Anayasal hak arama özgürlüğü ve adaletin denkleştirilmesi ilkesi kapsamında evrensel bir hak olan mülkiyet hakkının, kısıtlama karşısında hakkın karşılığı olan gerçek ve güncel değerinin Devlet tarafından ödenmesi gerekmektedir.
Anayasa’nın 35. maddesinde, “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz’’ kuralına yer verilmiş, temel hak ve özgürlüklerin sınırını gösteren 13. maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünün, milli egemenliğin, Cumhuriyetin, milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel asayişin, kamu yararının, genel ahlakın ve genel sağlığın korunması amacı ile ve ayrıca Anayasa’nın ilgili maddelerinde öngörülen özel sebeplerle, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna uygun olarak kanunla sınırlanabileceği, temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamayacağı ve öngörüldükleri amaç dışında kullanılamayacağı, bu maddede yer alan genel sınırlama sebeplerinin temel hak ve hürriyetlerin tümü için geçerli olduğu belirtilmiştir.
Yine Anayasa’nın 90/4. maddesi uyarınca, iç hukukumuz bakımından da bağlayıcı olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1 nolu ek protokolünün 1. maddesinde de ‘’Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir. Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını düzenlemek için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.’’ düzenlemesi yer almaktadır.
Ayrıca, Türk Medeni Kanunu’nun 683. maddesi, bir şeye malik olan kimsenin hukuk düzeninin sınırları içerisinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisi belirtilmiş, malikin malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi her türlü haksız el atmanın önlenmesini de dava konusu edebileceği hükme bağlanmıştır.
Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlüklerin özüne dokunup onları büyük ölçüde kısıtlayan veya tümüyle kullanılamaz hale getiren sınırlamaların demokratik toplum düzeninin gerekleriyle bağdaştığı kabul edilemez. Demokratik hukuk devletinin amacı kişilerin hak ve özgürlüklerden en geniş biçimde yararlanmalarını sağlamak olduğundan yasal düzenlemelerde insanı öne çıkaran bir yaklaşımın esas alınması gerekir. Bu nedenle getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Özgürlükler, ancak ayrık durumlarda ve demokratik toplum düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilmelidir. (AYM 29.12.1999 tarih,1999/33E.,1999/51K. 3194 Sayılı İmar Kanunu’nun 13. Maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarının iptaline ilişkin gerekçe)
Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez. (AYM 29.12.1999 tarih,1999/33E.,1999/51K. 3194 Sayılı İmar Kanunu’nun 13. Maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarının iptaline ilişkin gerekçe)
‘’Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ,………… , Hakan ARI/TÜRKİYE davasında (Başvuru No:13331/07) verdiği kararda, söz konusu bu durumun başvuranın mülkiyet hakkından tam olarak yararlanması önünde engel teşkil ettiği ve arazinin satış şansı da dahil sonucu itibariyle taşınmazın değerini hatırı sayılır ölçüde azalttığı, değerlendirmesinde bulunarak, malikin kamu yararının gerekleri ile mülkiyet hakkı arasında gözetilmesi gereken adil dengeyi bozan, alışılmışın dışında ve ölçüsüz bir yüke katlanmak zorunda kaldığı sonucuna varmış ve Türkiye’nin ilgili kişinin mülkiyet hakkını ihlal ettiğine karar vermiştir.’’
İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin 23.09.1981 tarihli, 7151/75 sayılı Sporrong ve Lönnroth – İsveç kararında ise Mahkeme; başvurucuların taşınmazlarının uzun bir süre inşaat yasağı kapsamında tutulmasını ve bu sürede kamulaştırma yapılmamasını mülkiyet hakkına müdahale olarak kabul etmiş, bu durumun müdahaleyi ağırlaştırdığı kanaatine vararak, kararın devamında, başvurucuların mülkiyet haklarını kullanmalarının Sporrong Miras Şirketi olayında toplam 25 yıl, Bayan Lönnroth olayında on iki yıl engellendiğini, bu bağlamda uzatılmış yasakların mülk sahipleri üzerinde yarattığı olumsuz sonuçları hukukun üstünlüğü ile yönetilen bir Devlette olması gereken durumla bağdaştırılabilir görmediğini kaydetmiş, bu yasakların yarattığı durumun mülkiyet hakkının korunması ile genel menfaatin gerekleri arasında sağlanması gereken dengeyi bozduğunu, başvurucuların hukuki durumlarının gerekli dengenin bulunmamasına yol açtığını vurgulamış, sonuçları inşaat yasakları ile ağırlaştırılmış olan kamulaştırma izinlerinde (izin verilmemesi) her iki başvurucu yönünden 1 nolu Ek Protokolün 1. maddesinin ihlal edildiği sonucuna ulaşmıştır. (AYM 29.12.1999 tarih,1999/33E.,1999/51K. 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 13. maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarının iptaline ilişkin gerekçe)
Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye vardırılmaması gerekir.
Anayasa’nın 13. Maddesinde: “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir. Bu maddeye göre mülkiyet hakkı ancak kanunla sınırlandırılabilir ve bu sınırlama da yalnızca Anayasa’da öngörülen sebeplere bağlı olarak yapılabilir. Kıyı Kanunu kapsamında kıyıların, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu gerekçesiyle özel mülkiyete konu tapuların, bedel ödenmeksizin iptali bu maddeye açıkça aykırılık teşkil edecektir.
Medeni Kanunun 1007. maddesine göre “Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur. Devlet, zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu eder. Devletin sorumluluğuna ilişkin davalar, tapu sicilinin bulunduğu yer mahkemesinde görülür.” Tapu işlemleri kadastro işlemlerinden başlayarak bir bütün teşkil eder ve herhangi bir aşamada yapılan yanlışlık devletin sorumluluğunu gerektirir. Yargıtay bir kararında bu hususu şu şekilde ifade etmiştir: “Tapu işlemleri, kadastro tespiti işlemlerinden başlayarak birbirini izleyen işlemler olup tapu kütüğünün oluşumu aşamasındaki kadastro işlemleriyle tapu işlemleri bir bütün oluşturduğundan, bu kayıtlarda oluşan hatalardan da Devlet, Medeni Kanunun 1007. maddesi gereğince kusursuz olarak sorumludur.
TURGUT VE DİĞERLERİ-TÜRKİYE davası kararında Devlet tarafından tazminat ödenmeksizin taşınmazın geri alınmasının, orantısız bir müdahale olduğunu ve söz konusu davada tazminat ödememeyi gerektirecek istisnai şartların bulunmadığına işaret ederek, kamu yararı ile bireysel haklar arasındaki adil dengenin kurulmamasını ihlal nedeni olarak saymış, KÖKTEPE-TÜRKİYE davasında ise, başvuranlara uygulanan mülkiyetten yoksun bırakma işlemine gerekçe olarak gösterilen tabiatın korunması amacının 1 No’lu Ek Protokol’ün 1. maddesi anlamında kamu yararı kapsamına girdiğine dikkat çekmekle birlikte, mülkiyetten yoksun bırakma halinde, ihtilaf konusu tedbirin arzu edilen dengeye riayet edip etmediğinin ve bilhassa da başvuranlara orantısız bir yük yüklemediğinin belirlenmesi için, ( Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E.2012/20-249, K 2012/596 ve 19.09.2012 tarihli kararı) hukukta öngörülen telafi yöntemlerinin dikkate alınması gerektiği hatırlatılarak, mülkün değerine karşılık gelen bir meblağın ödenmeden mülkten yoksun bırakmanın aşırı bir müdahale teşkil edeceğini ifade etmiştir. (Av.Abdullah Bilici- KIYI KENAR ÇİZGİSİ İÇERİSİNDE KALDIĞI GEREKÇESİYLE TAPUSU İPTAL EDİLEN MALİKLERİN TAZMİNAT HAKKI)
Kıyılarla ilgili mevzuat çalışmalarında tarihsel sürece bakıldığında; Osmanlı Döneminde açık hükümlerin ve sınırlandırmaların olmadığı görülmektedir. Cumhuriyet Döneminde ise 1926 tarihli Türk Kanunu Medenisi’nin 641. maddesinde kıyıların kamuya ait yerlerden olduğu ve bu yerlerin tescil dışı bırakılması gerektiği belirtilmiştir. Ancak madde içeriğinden “hilafı sabit olmadıkça” ibaresi özel mülkiyete konu edilebileceği sonucunu çıkarmaktadır. Kıyılar, 2613 sayılı Kadastro ve Tapu Tahriri Kanunu, 2644 sayılı Tapu Kanunu vs. gibi kanunlarda da kısmen yer bulmuş ancak esasen kısıtlama ve sahil şeridinin planlanması ve yapılaşma koşullarının belirlenmesi, 1972 tarihinde İmar Kanununda 7 ve 8. maddeler ile yerini bulmuştur. Bu değişiklikle planlı alanlarda en az 10 metre, meskun alanlarda en az 30 metre ve diğer alanlarda 100 metre olarak sahil şeridi genişliği tanımlanmıştır.
1972 yılında İmar Kanununa eklenen maddeler sonrasında, 01.12.1984 tarihli 18592 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 3086 sayılı Kıyı Kanunu ve bu kanuna göre çıkartılan yönetmelik ile kıyılar önceden kazanılmış özel mülkiyetlerin hukuki statüleri ile ilgili düzenlemeler yapılmış ancak, AYM tarafından iptal edilmiştir. İptali gereken maddeler yasadan çıkartıldığında geriye uygulanabilir bir yasa kalmayacağından bahisle kararın 6 ay sonra yürürlüğe girmesine karar verilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı sonrası ancak 4 yıl sonra yeni bir yasa yapılabilmiş ve böylelikle 1990 tarihli mer’i “Kıyı Kanunu” ortaya çıkmıştır.
Anlatılan bu süreç sonunda; 3621 sayılı Kıyı Kanununun yürürlük tarihi olan 1990 yılından önce bihakkın edinilmiş mülkiyetler, malikte kusur aranmaksızın korunmalı ve taşınmaz malikine tazminattan indirim yapılmaksızın, en az taşınmazın rayiç değeri kadar tazminat ödenmelidir. Üstelik bu hakkın yanında, taşınmaz üzerindeki yapı, ağaç, ürün vs. haklar için de ayrıca tazminat ödenmelidir. Ancak Yargıtay uygulamalarına göre kıyılarda mülk edinilemeyeceği herkes tarafından bilinecek bir durum olduğundan ödenecek tazminattan indirim yapılması gerektiği belirtilmektedir. Yüksek Mahkemenin bu görüşüne katılmak oldukça zordur. Bunun yanında Yargıtay’ın bu değerlendirmesinde en azından Kıyı Kanunu’nun yürürlük tarihi olan 1990 yılının esas alınması gerekmektedir. Zira bu tarihten önceki kazanımlarda, malikin kıyılarda mülk edinilemeyeceğini bilmesi beklenemez.
Sonuçta her ne suretle olursa olsun, devlet tarafından tapu verilen alanlar, Devletin sorumluluğunda olup, taşınmazı elinden alınan maliklerin zararının giderilmesi gereken alanlardır. Zira burada Devlete ve tapuya güven esastır. Tapu mağdurunun tenzilat yapılmaksızın tam zararı gözetilerek adaletin denkleştirilmesi gerekmektedir. 23.11.2020